Bahabey caddesi sinema meydanı Yavruturna mah, cengiz topel cad. No: 2/B Erdem Apt B blok Çorum/Merkez

Vahram Tatikyan’ın Yaşam Öyküsü

Vahram Tatikyan’ın Yaşam Öyküsü

Vahram Tatikyan’ın Yaşam Öyküsü

1. SINIF DEĞİŞTİRDİĞİMİ ANIMSAMIYORUM

“Doğrunun kökü hiçbir zaman sökülmez… Doğrunun kökü sapasağlam durur… Doğru kişi hurma ağacı gibi yetişecek. RAB’bin evinde dikilmişlerdir. Tanrımızın avlularında çiçeklenecekler” (Süleyman’ın Özdeyişleri 12:3b,12b; Mezmur 92:12,13).

Orta Anadolu’nun Sungurlu kazasında Vahram adlı bir çocuk bakkal Hanif beyin yanında çalışır. Akıllı, işgüzar, dükkâna müşteri çekebilen türden bir genç. Hanif bey çırağından çok hoşnut. Aradan birkaç yıl geçer, çocuğun babası Apraham oğlanla iki kızını İstanbul’a gönderir. Uzun bir süre sonra Vahram büyümüş, değişmiş biri olarak Sungurlu’ya döner, İlk gördüğü kişi Hanif beydir. “Merhaba Hanif amca, tanıdın mı beni?” Yılların iyice yıprattığı bakkal, zayıflayan gözleriyle ziyaretçisini iyice süzdükten sonra, “Yanılmıyorsam Vahram’sın” der. İkisi sevinçle birbirine sarılır, geçen uzun yılların özlemiyle öpüşür.

“Hanif amca, seninle görülecek bir hesabım var. Şu parayı al! Yanında bir çırakken aşırdığım paranın tutarıdır.” Yaşlı bakkal soka uğramanın etkisiyle kulaklarına inanamaz: “Ya oğul, unutalım geçmişi. Ben senden daima hoşnuttum. Ne olmuşsa olmuş. Bırakalım o tatsız olayları.” Vahram üsteler: “Yok Hanif bey, ben günahtan arıtıldım, kurtuluşa erdim. Rab İsa Mesih beni yepyeni bir insan yaptı, bana sonsuz yaşam verdi. Önceki günahlarımı açık açık söylemem, haksız eylemlerimi düzeltmem gerekir. Bu para senindir, hatta biraz da fazlasından. Onu cüzdanımda taşımam günahtır!” Hanif beyin gözlerinden iki damla yaş düşer, yeniden Vahram’ı kucaklayarak öper, “Bin kez helal olsun, evladım!” der. Ardından oturup başlarlar muhabbete.

Salt Hanif beyi değil, yaşamı, tutumu, diliyle niceleri etkileyen Vahram’ın yılları sanki bir destan. 1909’da Sungurlulu Apraham ve Siranuş Tatikyan’a doğan bu ilk çocuk eve büyük sevinç getirir. Aile kuşağı aldığı ışık oranında dinsel. Lusavorjagan (Gregoryan) inancına bağlılar. Papazlığı seçen amcalar, dayılar bile var aralarında.

Apraham’ın mesleği demircilik. İki kardeşiyle birlikte üç evden oluşan bir dış avluda kapı komşuları. Her üç evi de babaları kurmuş. Baba oğulların birbirine yakın yaşamasını tasarlamış, ama gelgelelim onlar dirlikten yoksun. Mahallede oğlanların sağlıksız ilişkisini bilmeyen yok gibi. Bunun sonucunda hiç de hoş olmayan bir deyim doğmuş: “Tatikler birbirini didikler!” Çoğu kez karılar da sürtüşmeye katılır. Bereket versin, içlerinde Vahram’ın annesi Siranuş barışsever biri. Adının anlamı ‘Tatlı Sevgi’ olan bu kadın kızlığında bir Amerikan okuluna gitmiş. Vahram’la onun ardından doğan dört kızına Ermenice dualar öğretir, varlığındaki ışık oranında inanç öğelerini onlara anlatır. Bu nedenle bazıları ona ‘Dindar Ana’ demiş. Apraham inanç konularında oldukça ilgisiz. Bu yüzden, kardeşlerini didiklemekte bir sakınca görmez. Öte yandan, Siranuş erkeklerle kadınlar arasında barış köprüleri kurmaya çalışır. Üç evin kuşattığı dış avlu canlı, hareketli bir yer. Deve kervanları, posta sürücü Tatarlar ve çeşitli ziyaretçiler burayı konak yeri yapmış. Yoksullar, açlar, çıplaklar ‘Dindar Ana’nın yardımsever elinden yararlandığı için buraya uğramayı iş edinmiş. Tanınanlar da, tanınmayanlar da. Siranuş her biriyle gerektiği gibi ilgilenir, kimisine azık verir, kimileri de sofraya çağırır. Her gelen giden Siranuş’un sevgisinden bir pay alır. Ve o, bunlardan topladığı çeşitli bilgiyle çocuklarına merak uyandırıcı öyküler anlatır. Siranuş gerçek bir Anadolu anası. Bulgurunu, tarhanasını, peynirini kendi eliyle hazırlar. Akşam erkekler işi sonuçladıktan sonra onun işi yeni başlamış gibi. Tıpkı Süleyman’ın Özdeyişleri 31. bölümde övülen örnek kadın.. Apraham’ın ağabeyleri ölünce, her üç ailenin bakımı onun omzuna yüklenir. Gelişim Siranuş’un daha da çok çalışmasını gerektirir.

Vahram’ın çocukluğu böyle bir çevrede geçer. Oyuna merağı az değil. Başlıca ilgisi uçurtma uçurmak ve aşık atmak. Kendi eliyle çeşitli renklere boyadığı aşıklar mahalle çocuklarını Tatikler’in dış avlusuna çeker. Çok kısa bir süre Amerikalılar’ın kurmuş olduğu ilkokullardan birine yazılır Vahram. Ama “Sınıf değiştirdiğimi hiç anımsamıyorum” diye konuşur büyüyünce. Öte yandan belleği keskin. Hiç ara vermeden çeşitli yapıtları beller; konu komşu öylesi içten yinelediği yapıtları dinlemeye can atar. Yolda giderken onu durdurarak, “Bize şu yapıtlardan birini söylesene!” diye dilekte bulunanlar çok. Vahram başlar içtenlikle sıralamaya.

Birinci Cihan Savaşı patlayınca Vahram’ın okulu kapanır, bundan sonra çocuk okul ne bilmez. Bu arada, kökeni anlaşılamayan bir felce tutulur. Bunun nazar değme sonucu geldiğini öne sürenler az değil! Birkaç kocakarı ilacıyla sağlığı güya geri gelir!

2.  SAVAŞ YILLARI VE SONRASI

Birinci Cihan Savaşı patlak verince Apraham Tatikyan askerliğe çağrılır. Vahram’a babasının demirci dükkânında çalışmaktan başka çıkar yol kalmaz. Okuması yazması yok denecek kadar kıt. “Cahillik çok kötü bir şey” diye düşünerek, eline geçirdiği bir ilkokul kitabıyla okuyup yazmayı öğrenir. Bir yandan demircilik, öte yandan okuma yazma eğitimi. Kısa zamanda alfabeyi yutar. ‘Dindar Ana’dan edindiği kalıcı etkiyle, merağı ruhsal özellik taşıyan kitaplara yönelir. Eline Aydınlatıcı Kirkor’un yaşam öyküsü geçer. Mesih inancını benimsedikten sonra 302 yılında o günün Kayseri’sinde piskopos özgülenilerek (tahsis edilerek) halkını aynı inanca yönelten bu tarihsel insanın özenilir yaşamı tüm ilgisini çalar. Yüksek sesle okuyuşunu dinleyenler derin heyecanla çalkalanır, herkes Vahram’ın tıpkı annesi gibi dinsel bir çocuk olduğu sonucuna varır.

Bir gün ilginç bir yapıt kitabı düşer eline: İbrahim’in oğlu İshak’ı Tanrı’ya kurban olarak sunmaya çağrılması, Tanrı’nın bir koç sağlayarak İshak’ı sunaktan dipdiri kaldırması. Kitabın içeriği aklını öylesi alır ki, konu komşuyu çağırarak bu ilginç yapıtı içtenlikle, gerekli vurgulamalarla okur.

Müziğe merağı erken yıllarda başlamış, Vahram bu uzun yapıtı halk koşutu biçiminde, güzel sesiyle bir ilahi olarak söyler. Duyan, yedi mahallede konusunu eder. Bazıları bu ilahiyi belleğe koyarak yineler. Ama ne Vahram, ne de duyanlar olayın betimlediği derin gerçeği kestiremez. Vahram’ın yüreğinde günah eleştirisi var, ama bunun nasıl giderilebileceğinden daha bilgisiz. Yüreğindeki rahatsızlığın ve ruhsal açlığın özünü nedenini pek kestiremez. Sık sık kiliseye gider, mum yakar, sadaka verir, oruç tutar, hastaları ziyaret eder. Bu arada müziğe merağı giderek artar. En çok duyduğu müzik halk şarkıları olduğundan, doğal olarak bunlarla oyalanır.

Baba askerliğe alınınca evin tüm yükü annenin omuzlarına yüklenir. Gelirleri kısıtlanır, yaşam koşulları güçleşir. Siranuş taa ıraklara giderek buğday öğütür. Meyve ağaçları, bahçeleri var ama bunları işletebilecek el yok. Hem de vakit vakit köyleri eşkıyalar basar. Tarlalarla, meyveliklerle çevrili Sungurlu da bin bir sıkıntıyla kıvranmakta. O zamanlar Sungurlu iki bin haneli kaymakamlık. Üçte ikisi Müslüman, üçte biri Hristiyan. Yirmi kişiden oluşan bir de Protestan kilisesi var. Vaizleri, Kirkor Atmacıyan. Vahram’ın dayısı Haygaz oldukça başarılı bir müzisyen. Büyük ustalıkla keman çalar, Ermeni toplumunun orkestrasına şeflik eder. Bu adam Vahram’a keman çalmayı öğretir. İleride çok yararlı olacak bu eğitim. Öbür dayı Yervant da terzi olduğundan Vahram’a terziliği öğretir. Bu da onun mesleği olacak.

Savaş yılları ürkütücü acılar getirir; yokluk, sürgünlük, katliam, ölüm.. Bu çileli yıllar sona erince Apraham askerliği bitirip geri gelmiş ama bir sürü borçludan parayı toplamak hemen hemen olanaksız. Bu durumda, aileyi İstanbul’a yerleştirmeyi kararlaştırır. 1922 yılında on üç yaşındaki Vahram’la iki kız kardeşini Gedikpaşa’daki dayılarının yanına gönderir. Anadolu’dan göç edenler hep Gedikpaşa’da kümeleşir. Birkaç yıl sonra Siranuş da küçük kızlarıyla İstanbul’a gelir. Kumkapı’da kiraladıkları bir eve yerleşirler, Sungurlu’dan babalarının gelmesini beklerler.

Bu arada Vahram kalfalığı bitirip usta bir terzi olmuş. On altı yaşında kendi terzi dükkânını açmaya karar verir. Başka bir terziyle anlaşarak Kapalı Çarşı’da bir dükkân kiralarlar. İşleri başlarından aşkın; öyle günler olur ki, geç saatlere dek çalışırlar. Birçok çırak alırlar yanlarına. Vahram Sungurlu’yu unutamaz. Özellikle, küçükken okuduğu ruhsal içerikli kitapları ve İbrahim’in oğlu İshak’ı kurban olarak sunmaktayken, Tanrı’nın koçu göndermesi.. O çarpıcı öykü aklından bir türlü gitmez. Ne yazık ki, ortağı Daniel’in ruhsal değerlere hiç önem verdiği yok. Vahram onunla işten başka bir konu görüşemez. İş, güç, kazanç yerinde, ama Vahram huzursuz; başka şeyler aramakta..

3.  İSTANBUL’DA HIZLI YAŞAYIŞ

Anadolu’nun sessiz olaysız bir kazasından kopup hızlı yaşamın yoğun olduğu İstanbul gibi bir kente gelen çok genç biri ne düşünür, ne yapar, ne kovalar? Özellikle, kazancı yerinde sağlam bir iş sahibi olmuşsa.. Kuşkusuz, böyle birinin karşısında bir sürü yön belirir, çeşitli çekme ve çelme en heyecanlı video benzeyişinde kişiyi ha bir doğrultuya, ha öbürüne iştahlandırır ve kışkırtır. Bu türden nice genç ürkütücü tuzaklarda tutuldu, içinden çıkılamayan belalar zinciriyle bağlandı. Başkaları başarılı bir yaşam yöntemi sağladı, namlı varlıklı oldu. O dönemde Anadolu’dan kopup İstanbul yolunu tutan her gencin kendine özgü bir öyküsü var. Acaba Vahram ne yapacak? Onun başka gençlerden ayrımı ne ki?

İş arkadaşları bir gün, “Akşama yaman bir vakit hazırladık” derler, “Bizimle bu zevke katılmak ister misin?” Vahram hiç sormadan soruşturmadan, “Olur” der. Hep buluşurlar. Nereye götürüldüğünü bilmeden arkadaşlarını izler. Kendini kentin ucuz sinemalarından biri önünde bulur. Reklamlardaki apaçık karı kız resimleri iştahını kırbaçladığı gibi mandagözünü (yirmi beş kuruş) gişeye atar, nefesi sinema salonunda alır. Arkadaşları, “Bak şimdi neler göreceksin!” diyerek onu daha da heyecanlandırırlar. Vahram ilk kez sinemaya ayak basmış. Sinemanın da ne olduğunu, nasıl çalıştığını, nelere tanık olacağını derin derin düşünerek aklında kurduğu sorular zinciriyle içeride bulur kendini.

Perde kalkınca, yirminci yüzyılın bu icadına şaşakalır. Bak, ademoğlu neler başarmış! Az sonra apaçık resimlerle karşılaşınca, içindeki temiz duygular ona seslenmeye başlar: “Senin burada işin ne?” Bir anda aklına İbrahim İshak öyküsü, aydınlatan Kirkor’un örnek yaşamı gelir. O parlak olaylarla perdede gördükleri arasında hiç bağdaştırılamayan bir çelişki doğar karşısında. Zar zor sinemanın bitişini bekler. Dışarı çıkınca arkadaşlarına hiçbir şey söylemez. Aslında söyleyecek sözü yok ki! Yüreklerine eleştiri getirebilecek herhangi bir tanrısal bildiriden yoksunlar..

Bir hafta sonra aynı arkadaşlar, “Yeniden bizimle bir eğlence alemine katılmak ister misin?” diye sorunca, zavallı adam içinde hiçbir direniş duygusu bulamaz. Uysal tutumuyla, “Olur” der. Bu kez başka bir yöne doğrularak, yapma ışıkların parlayıp söndüğü uzun bir geçitten içeri dalarlar. Herkes heyecanla perdenin açılmasını beklemekte. Vakit gelince perde hafiften kalkmaya başlar, ortalığı bir kıkırdama sarar. Sahnede bir kadın seyircileri tiye alırcasına üstündeki giysileri çıkarmaya başlar. Görünüm herkesi öyle elektrikleştiriyor ki düşünceler, gözler hep o kadında. Ama Vahram zevklenecek yerde rahatsız oluyor, yanındaki arkadaşına, “Kalk, gidelim buradan!” diyor. O, kahkahayı salıveriyor. “Sen delirdin mi?” diyor. “Buraya parayla geldik; striptizi bırakıp giden hiç kimseyi duydun mu şimdiye dek?” O zaman bu oyunun adına striptiz dendiğini öğreniyor, içinden kesin karar veriyor: “Bu geliş son geliş. Bir daha böyle alicengiz oyunlarına düşmek istemem!” Gece kulübünden ayrılırken arkadaşları ballandıra ballandıra gördüklerini yinelerken, onun yüreği çok ağır bir yük taşımakta. Daha sonra buna ‘Günah İlzamı’ dendiğini öğrenecek.

Bu kez kendisi onları başka bir yöne çekmeyi tasarlayarak, “Haydi bu Pazar da kiliseye gidelim” diyor. Hemen alaya alıyorlar onu: “Bırak, yaşlılar gitsin oraya. Şimdi gençliğin tadını çıkarmanın vaktidir.” O artık bu yolu yalnız yürüyeceğini anlıyor. Tek başına kiliseye giderek mum yakıyor, bir dua mırıldanıyor, gerekli saygıda bulunuyor. Kiliseden ayrılırken sevinçli, ama içindeki yük yine rahatsızlık veriyor ona. “Tuhaf şey!” diyor. “Acaba bu yükün altından nasıl sıyrılabilirim?” Başlıyor o büyük arayış. Barışı, esenliği, Tanrı’yı arıyor o..

4.  BÜYÜK ARAYIŞ, GÖKSEL BULUŞ

“Her Pazar başka bir kiliseye uğrayacağım” diye kararını veriyor. İnancın belirttiği her görevi, zorunluluğu yerine getiriyor. Mumlar yakıyor, günlük ve tütsü kokuları salıyor, dualar yapıyor, oruç tutuyor, azizlerin önünde eğiliyor, onların tertemiz yaşamına özlem çekiyor, yoksullara nafaka veriyor. Bir Pazar hiç yemek yemeden Asya kıyısının Alemdağ köyünde bir kiliseye gitmeye karar veriyor. Yanına kendisi gibi tanrısal gerçeği arayan birini alıyor, beş saat yol yürüdükten sonra kilisenin bulunduğu yere varıyorlar. Eyvahlar olsun! Kilise kilitli, kimsecikler yok. Yakında çamaşır yıkayan bir kadın görüyor; meğer anahtar ondaymış.. Kilise açılıyor. Kadından ateş sağlayarak günlük yakıyorlar, dua ediyorlar, böylece kendi başlarına ayin yapıyorlar.

Bu törenden sonra yüreğine esenlik geleceğini umuyor. Ne yazık! O eski yük daha da ağırlaşmış bir taş gibi yüreğini ezmekte. Kendisine bir soru soruyor: “Yapmadığım ne kaldı? Bildiğim her azize başvurdum, içtenlikle dileklerimi seslendirdim. Niçin bana huzur vermediler? Kutsal Ruh neden bana da gelmiyor?” Günah ağırlığı gün günden içinde yoğunlaşıyor. Sonunda bir soru daha soruyor kendine: “Esenlikle dolu tanrısal yaşam insandan böylesi ıraksa, Tanrı bunu benden nasıl arar? İnsanla alay mı ediyor O? İçimdeki bu ağır yükü acaba neden kaldırmıyor?”

Özgürlüğün ilk ışınları üzerine geliyor. En sonunda bir gün eline Kutsal Kitap geçiyor. İçtenlikle okumaya başlıyor. Eski Antlaşma peygamberlerinin yaşamını ilgiyle izliyor. Tümü de günah işlemiş. İbrahim, Musa, Eyub, Davut, Süleyman, Yeşaya, Yeremya, vb. Onların yaşamı Vahram’a bir ayna görevi görüyor. Tümü de onun durumunu yansıtmakta. Kitap’a daha derinden dalınca günahın ağırlığı daha da çok duyulur boyuta geliyor. Aklını Sungurlu’ya çeviriyor. “Anadolu’dayken” diyor, “Ruhsal eğilimi olan birini sezdiğimde hemen ona yaklaşır, yaşamda gerçek esenliğe ne biçimde kavuşulduğunu sorardım. Ama bu güne dek hiç kimse bu sorumu yanıtlayamadı. Bense, ruh esenliğini aramaktayken, gün günden yükümün ağırlığıyla yıpranıyorum.”

Bir zamanlar gördüğü bir rüya geliyor aklına: Tanrı kavurarak yakan bir alev. Kendisini de yutmaya hazır. O anda yakarmış, “Aman şimdi yutma, ne olur!” demiş. Ter içinde rüyadan uyanmış, ama o çarpıcı anı kendisini hiç bırakmamış. Daha o zaman ademoğlunun kutsal Tanrı karşısında tümden günahlı olduğunu, Tanrı’nınsa yakıp yutan bir ateş olduğunu anlamıştı. Bundan sonra aklını en önemli tanrıbilim sorunu kurcalıyor: “İçinde doğruluk olmayan insan nasıl doğruluğa kavuşabilir?” İbrahim oğlu İshak’ı kurbana hazırlarken, Tanrı’nın bir koç sağlamasının anlamı acaba neydi? Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim: “Günahlı biri olan ben, Tanrı önünde nasıl doğru çıkabilirim? Bu köklü soru aylarca beni uğraştırdı. Dinsel görenekleri yinelemeyi sürdürüyordum; ama o eski ağırlık hep içimdeydi. Sonunda, elimdeki Kutsal Kitap’tan edindiğim bilgiye dayanarak o güne dek hiç yapmadığım bambaşka bir dua tasarladım yüreğimde: ‘Ya Rab İsa Mesih! Bir tek şeye gereksinimim var ve bunun ne olduğunu nereden geleceğini kestiremiyorum. Ama sen çok iyi bilirsin. Lütfen, aradığıma kavuştur beni!’ Ne var ki, az sonra unutuverdim bu içtenlikli dua tasarımını.

“Bir gün sürekli ziyaret ettiğim birçok kiliseden birine uğradım yine. Karşımda haçta asılı İsa Mesih’i gördüm. Alnından, avuçlarından, ayaklarından kan akmaktaydı. Saygıyla karşısında dikildiğimde Mesih’in sesini işittim: ‘Bana gel, seni kurtaracağım.’ Yeniden dua gereksinimini duydum. Saygı duruşumu sürdürerek O’na seslendim, ‘Ya Rab, bana geleni geri çevirmem diyen sensin. İşte geldim. Günahlı, düşük, kirli durumumda. Yakarırım sana, kurtar beni!’

“Dileğimin yanıtı tez geldi: ‘Günahların bağışlandı: Seni hiç kimse elimden kapamaz.’ Ah ne esenlik, ne güvenlik, ne tatlılık! Hiç düşünülebilir mi bu alemde, günahlının af edilmesi kadar tatlı gönenç, deneyim? Geriye döndüğümde, kurban niteliğinde sunacağı koçu gören İbrahim’in sevinci benim sevincim oldu. Bu anlamlı olgunun betimlediği derin gerçek içimde büsbütün aydınlandı. Baba Tanrı biricik Oğlu Mesih’i benim için göndermişti.

Çevrildi gözün üstüme,

Nurun çevreyi gün etti.

Zincir düştü, kalp hür oldu,

Canım Sende Önder buldu.

“Rab İsa Mesih’in kurtarış vaadi bir kez verildi, tüm günahlarım silindi, sonsuzum güvenlik buldu. 14 Ekim, 1928 Pazar günüydü o kutlu gün. Sürekli oruçların, mum-tütsü yakmaların, kiliseden kiliseye koşmanın sağlayamadığı sonucu Tanrı Oğlu Mesih’in kanı kayrası bir çırpıda tümledi, noktaladı. Aradan birkaç gün geçti. Çok çirkin bir sesi duyar gibi oldum: ‘Bir tek kararın, bağlantının önemi ne ki! Yaşam boyu işlediğin günahlar öyle tek vaatle nasıl giderilebiliyormuş?’ Tanrı’nın Kutsal Ruhu bu çirkin sesin nereden kaynaklandığını bana hemen açıkladı: Canın arıtılmasına, kurtulmasına her zaman direnen şeytanın sesiydi bu. Verilecek tek yanıt vardı, Kutsal Kitap’tan: Oğul’a iman edenin sonsuz yaşamı vardır. Oğul’u dinlemeyene gelince yaşam yüzü görmez. Tam tersine, Tanrı’nın öfkesi onun üzerinde kalır” (Yuhanna 3:36).

 “Şeytan bir süre beni rahatsız etmeyi bıraktı. Ama birkaç ay sonra yeniden o sesi duydum: ‘Kuşkun olmasın, Mesih seni bıraktı. Yitik birisisin artık.’ Yeni baştan Kutsal Yazı’nın güvenliği ve verdiği yüreklilikle yanıtladım onu: Onlara sonsuz yaşam veririm. Onlar sonsuza dek mahvolmayacak. Hiç kimse de onları elimden kapamayacak” (Yuhanna 10:28). Artık iblisin düzenlerini öğreniyordum. O yine belirecekti; nasıl ki belirdi de: ‘Kendini öylesi çetin bir yaşam biçimine atadın ki, onu bütünlemen olanaksız.’ Bu kez iblisi şöyle yanıtladım: “Sizi çağıran kendisine güvenilendir. Başladığı işi bütünleyecektir’” (I.Selanikliler 5:24).

“Şeytanın buluşları, oyunları hiç son bulur mu? Önüme bambaşka bir kışkırtı attı: Eski Antlaşma’da İsrail halkının alışkısı olduğu üzere, ben de Şabat’ı (Cumartesi) saymalı ve tutmalıymışım. Yani, o günde hiçbir iş yapmamalı, vb. Bu saptırma düzenini de şu Söz’le yanıtladım:

‘Beni kanatlarıyla örter,

Kolları altına sığınırım;

Gerçeği kalkandır, siperdir.

Ne gecenin dehşetinden,

Ne gündüz uçan oktan,

Ne karanlıkta saldıran vebadan,

Ne de öğleyin tüketen kırgından korkarım’ (Mezmur 91:4-6).

“İblisin oyunları, düzenleri sınırsızdır. Bu kez aklıma hemen evlenmenin gereğini taktı: Gençmişim, yakışıklıymışım, iş sahibiymişim, nice kızın düşüne giren bir erkekmişim! Bunun ardından da Mesih bağlısı olmayan, biyolojik doğumdan başka doğumu olmayan birçok kızı gözlerimin önünde canlandırdı: ‘Şu sana yaraşır, bu en uygunudur, bunun gibisini hiçbir yerde bulamazsın’ vb. Bu çetin kışkırtıya verilecek yanıt şuydu: İnanlı olmayanlarla aynı boyunduruk altına girmeyin. Çünkü doğruluk kötülükle ne paylaşabilir? Ya da ışık karanlıkla nasıl paydaş olabilir?” (I.Korintoslular 6:14).

“Tanrı bana Baba sevgisiyle konuşuyor, yaşamıma ilişkin tasarılarını açıklıyordu: Evlilikle ilgili isteğim hiçbir zaman gerçekleşmeyecek! Rab’bin adına şükürler olsun diyerek, O’nun kesin buyruğuna boyun eğdim. Kuşkusuz, O’nun buyruğu benim isteğime öncelik taşıyacaktı.”

5.  YENİ YAŞAM GÖNENCİNDE OLANLAR

Vahram yeni yaşama kavuştuktan sonra bir süre terziliği sürdürdü; ama aklı düşüncesi insanlarla konuşmakta, onlara Tanrı’nın Mesih aracılığıyla kurtarış yöntemini anlatmakta odaklanıyordu. O yıllarda İstanbul kiliselerinde ruhsal yaşam görünümü hiç de cesaret verici değildi. Bireyler kiliselere gidiyor, ama kiliselerdeki genel durum kupkuru bir alışkıya dönüşmüş. Vaazlardan hayranlık, canlılık, etkinlik eksik. İnanlıların duaları etkisiz; hele Mesih’e ilişkin başkalarına konuşmak sadece birkaç kişinin sürdürdüğü bir yükümlülük. Birçok inanlı başka ülkelere gitmiş, geride korkutucu, sevincin kökünü kurutucu bir cansızlık kalmış.

Vahram’ın sözünü ettiği yeniden doğuş, yeni yaşam çoğunlukla pek duyulmamış bir ruhsal gönenç. Onlar için Mesih’e bağlılık, Pazarları kiliseye uğramak, bir vaaz dinlemek, ilahiler söylemek, duaya katılmak, sonra da eve dönmek. Bu dönemde, İstanbul’da yeniden doğuşa ermiş, yaşamının kurtuluşunu, sonsuzun güvenliğini bulmuşlar parmakla gösterilecek kadar az. Bunlardan, Kutsal Kitap satıcısı Gregorios Mosho, Aleksan Batmazyan, Hagopos Karakoçyan, Dr. Kirkor Tekyan ve vaiz Garabet Derhovannesyan gelir akla. Bir de Davit Giray. Rusya’da doğmuş büyümüş, Mesih’e iman etmiş bir Yahudi. Kısacası, gerçek Mesih bağlısı çok az. Bu arada Mesih’in günlerinde olduğu gibi, aralarında birkaç da kadın var. Bu bağlıların örnek tutumu; kanıtlı tanıklığı, içtenlikli duaları uzun vadeli sonuçlara öncülük etmekte.  “Kim küçük işler gününe önemsemezlikle davranır?” (Zekarya 4:10).

6.  MİMARLIKTAN KİTAP SATICILIĞINA

O yıllarda özel aydınlık veren yıldızlardan birine ilişkin söz etmemiz ilgi uyandırıcıdır: Gregorios Mosho 1868’de doğmuş Rum asıllı bir aydındır. Liseyi bitirince Türkçe, Rumca, Fransızca dillerini eşit yeterlikte bilmekteydi. Amacı bir mimar olmak, İstanbul’un güzel binalarına kendi yapıtlarını da katmaktı. Yüksek mimarlık okulunda eğitimini başarıyla sonuçladı. Hemen mimarlığa atıldı, birçok binanın planını çizdi. Tüm kentte övülen hizmetini özleyenler çoktu. Yükselttiği apartmanlardan biri bu güne dek Yüksek Kaldırım’da onun adını taşımakta.

Ortodoks inancına bağlı olan Gregorios Mosho o parlak sanatının doruğunda, yüzyılın dönümünde Kutsal Kitap’ı okumaya başladı. Bir yüksek mimar niteliğinde, Süleyman’ın Yeruşalim’de kurduğu o parlak tapınak üzerinde çalışmalar yapıyordu ki, Tanrı kendisine aynı Kitap’tan başka bir tapınağı açıkladı: İnsan bedeni kuşanan diri Söz’ü, kurtarıcı İsa Mesih’i.. Mosho tanıtımla mest oldu. Çocukluğundan bu yana kiliselerde İsa Mesih’e ilişkin çok söz duymuştu. Ama Mesih’i Tanrı’nın diri tapınağı olarak hiç duymamış, tanımamıştı. Hem de O’nun günahlar için canını veren, kurtulmalık niteliğinde kanını akıtan, yeniden dirilerek göklere yükselen, artık hiç ölmeyen çürümeyen tapınağı kuşanan olduğunu..

Gecesi gündüze döndü, gönence geldi; olduğu yerde diz çöktü, yücelerdeki diri Mesih’ten dilekte bulundu, canını kurtarsın, çekici binalar kuran bu mimarı Tanrı’yla kanıtlı ilişkiye getirsin diye.. Yerde aramaktayken, göklerde olanı buldu. Mesih’e kurtarıcısı olarak kavuştuktan sonra bir süre daha mimarlığını sürdürdü. Ama Mesih için tanıklığa, duaya her şeyden çok önem vermeye koyuldu.

Sonunda, iki karpuzun bir koltuğa sığamayacağını anlayarak, inceliğiyle tanınan o mesleği bıraktı. İleride, herkesçe övülen binalarının birini her gördüğünde birkaç dakika orada durarak Rabbi’ne dua ve teşekkür sunar, onu yersel binalar kurmaktan sonsuza canlar hazırlamaya çağıran Mesih’i yüreğinde yüceltir. Ve en önemlisi, Mesih’in onun için sonsuz bir konut hazırladığı güvenliğiyle içinde ilahiler yükseltir. “Çünkü mimarı ve kurucusu Tanrı olan sağlam temelli kenti gözlemekteydi” (İbraniler 11:10).

Mimarlığı ve o bol kazancı bıraktıktan sonra, Mosho derin imanla kendisini Rab’bin hizmetine atadı. Bu ara Kitab-ı Mukaddes Şirketi birkaç dil bilen bir kitap satıcısı aramakta.Kitap satıcıları, içinde çeşit çeşit dillerde Kutsal Kitap, İncil, küçük parçalar bulunan bir çantayla sokaklarda, kahvehanelerde, dükkânlarda Tanrı Sözü’nü satarak dolaşır, yaptıkları işi sürekli duayla desteklerler. Doğallıkla, hiç de kolay olmayan bu işe kendilerini verenler azdır. Hiç kimse bu işi tek başına seçemez, ama Tanrı’ca özel olarak buna çağrılması gerekir. İşte Mosho bu çağrılanlardan biri. 1900 yılında Kitab-ı Mukaddes Şirketi’nin satıcısı olur. Parlak, kazançlı mimarlık sanatını genç yaşta bırakarak sokaklarda Kutsal Kitap’ı satmaya başlayan bu adamın yabansı kararını öğrenenler ve görenler nedenine bir türlü akıl erdiremez. Kuşkusuz, doğal açıdan düşünenler ruhsal gelişimlerin içyüzünü kavrayamaz. Ruhsal insana gelince, o her konuya anlam verebilir; öte yandan kimse ona yaraşan anlamı veremez.” (I.Korintoslular 2:15).

Başlar Mosho birader (artık inanlılar ona böyle konuşur) çeşitli dillerde Kutsal Kitap’ı satmaya, insanlara Mesih’in eşsiz kurtarışını tanıtmaya. Özellikle Müslüman inancına bağlı olanlara Tanrı’nın sevgisini, kayrasını, sağladığı bağışlamalığı anlatır, durmadan onlar için dua eder. Birinci Cihan Savaşı öncesi ve sonrası pek çok Müslüman Mosho’dan işittiği müjdeyi konu eder. İnsanlara kendi dillerinde konuşarak tanıklığını sürdürür; özellikle aydın kesim Mosho’yu dinlemekten özel zevk alır. Çünkü onlara ruhsal konuları eğitilmiş bir düşünür açısından iletir.

O dönemde Mesih’e bağlı Türkler’i saymaya çalışan bir elin parmaklarından öteye gidemezdi. Bunlar da kimi yönden gizlilikte kalır. Bible House’da katıldıkları toplantı sonuçlanır sonuçlanmaz hemen ortalıktan çekilirlerdi. Mosho her yolla kurtarıcı Mesih’i Türk vatandaşlarına sevgiyle tanıtmaya çalışır, onlar için derin imanla Tanrı’ya dua dilek yükseltirdi. Bu insanlara Tanrı’nın kayrasını, sonsuz yaşam armağanını kabul etmelerinin gereğini daima anımsatırdı. Yaz aylarında Kuzguncuk korusuna çekilir, sırtında bir palto sabahlara dek bu doğrultuda dua ederdi. Şafak ışığında o iç açıcı bülbül ötüşleri kulağa erişirken Mosho biraderin içtenlikli yakarısına hep bir sesle sanki ‘Amin’ derdi bülbüllerin mest eden korosu.

Mosho’nun ölümünden birkaç yıl sonra Bible House kilisesine yaşlı, saygılı biri uğrar. Kendisiyle tanışmak isteyenlere, “Ben Tanrı’nın İyi Haberi’ni yıllar önce Mosho’dan duymuştum” der. “O aziz adam daha sağ mı? Vatanım Trabzon’dan geldim, bu gün gemiyle Trabzon’a ayrılıyorum. Mosho’yu bir arayayım dedim.” Bu adam yüreğinde Mesih’e bağlı biri olarak belirir. Kim bilir, daha niceler Mosho’dan duymuş olduğu Mesih müjdesine iman ederek sonsuzun güvenliğine geçmiştir. Cennette açıklanacak pek çok giz bulunur. Mosho’nun kanışı, herkese Mesih’in yüce bağışlamalığını bir kez olsun anlatmak, ruhsal görevini yerine getiren sadık bir tanık, yararlı bir Mesih bağlısı olmaktı.

Kendisi hiç evlenmemiş, aile kurmamıştı. Yine de çocuklara karşı özel ilgisi vardı. Onlara Mesih’i tanıtmak en içtenlikli kovalayışıydı. Mosho’nun üstün özelliklerinden biri, hiçbir zaman başkalara ilişkin konuşmaya girmemek, dedikodu yapmamaktı. Hiç kimse onu şuna, ya da öbürüne karşı karalayıcı bir konuşmaya çekemezdi. O herkesi sever, eşit sayardı. Herhangi birine karşı tutum takındığı hiç duyulmazdı. Her an İsa Mesih’e ilişkin konuşmak, insanları konuşmasının konusu etmemek sanki yaşam ilkesi olmuştu ona.

Tanrı bu adamı çok geniş çapta ruhsal hizmetinde kullandı. Yüksek mimarlığı bırakması bazılarına çok yabansı geldi, ama Rabbi onun önünde yeni bir yön çizince, Mosho inanlıları bina etti, destekledi, yüreklendirdi, Mesih bağlısı olmayanlara Sevinç Getirici Haber’i iletti. Okumuş, düşünür biri olması birçok kitap yazmasına yardım etti. Ruhsal kitap olarak hiçbir şeyin yazılmadığı, basılmadığı bir dönemde Mosho inanlıları eğitecek kitaplar yazmaktaydı. Bunlardan ‘İMMANUEL’ (Tanrı Bizimle) kitabı gerçek bir tanrıbilim parçası niteliğinde tanınır.

Mosho şaşılacak bir oruç ve dua adamıydı. Günde sadece bir kez yemek yerdi. Üsküdar’da çok basit bir evde yaşardı. Tüm gece, sabaha dek Rabbi’ne yükselttiği o içtenlikli dualar şimdi ülkenin her yanında ürününü topluyor. Rabbi’yle bir arada olmak yaşamının en zevkli saatleriydi. İnsanlar onu anlayamadı; ama Rabbi onu, o da Rabbi’ni çok iyi bilirdi. O şu ilke uyarınca yaşadı: “Benim için yaşamın anlamı Mesih’tir, ölümün anlamı ise kazanç” (Filippililer 1:21). İnanlılara tanrısal gerçekleri anlatması her zaman Mesih aracılığıyla Tanrı’nın insana sağladığı yüce kurtulmalıkta odaklanırdı. Bunun dışında Tanrı bağlılığı düşünülemezdi onun için. “İnanlı daima bu gerçeğin ışığında yaşamalı, kutsallığa sarılmalı, yücelerden gelecek Mesih’i beklemeli” derdi.

Mosho biraderin Rab’be sürekli dua uğraşında direşkenliğini çok iyi anlatabilen bir olay, o günün insanları arasında düşündürücü kapsamda duyulurdu. Bir ev kadını, bunca çaba ortasında bekâr birisi olarak yemek pişirmeye gerekli vakti nasıl bulabildiğini sorar. O, hiç istifini bozmadan, “İlyas’ı kargalar aracılığıyla besleyen Rabbim, beni hiç aç bırakmıyor” der ve bir olayı anlatır: “Geçtiğimiz gün güzel bir hoşaf hazırlayayım dedim. Hoşafı ateşe koydum, ama yaktım.” Ev kadını derin hayretle anlamak ister: “Mosho birader! Hoşafın da ateşte suyunu çekerek yandığını ilk kez duyuyorum. Söyle bana, hoşaf nasıl yanar?” Mosho aynı soğukkanlılıkla, “Hoşaf haşlamaktan daha önemli bir uğraşın olsa, sen de onu yakabilirsin!” yolunda gizemli bir yanıt verir.

Cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk soyadı kanununu çıkardı. Herkesin kendine bir soyadı seçmesi, bunu kayıtlarına geçirmesi ülkenin yasası oldu. Bu yasa başlıca Türk asıllı olanları kapsıyordu. Bunlar çoğunlukla babalarının adıyla adlandırılırdı. Öte yandan, azınlıkların kendilerine yeni bir soyadı seçmesi gerekmiyordu. Onların soyadı vardı. Örneğin: Gregorios Mosho. Kanun yayınlanınca Mosho birader elinde nüfus cüzdanı, dosdoğru nüfus dairesine koşar. Kısa boyu, kamburlaşmış sırtı, yuvarlak yüzündeki saygı çeken sakalıyla memurun karşısında dikilir. “Ne istiyorsun baba?” “Evlat, soyadı almaya geldim.”” Nüfus memuru biraz da afallamış durumda yanıtlar: “Ama senin soyadın var!” “Zararı yok, yenisini almak istiyorum.” “Nedir bakalım seçtiğin soyadı?” “BEKLEYEN.” “Kimi bekliyorsun öyle?” “Göklerden gelecek olan Rab İsa Mesih’i!” Bu ilginç dilek nüfus dairesinde duyulunca herkes kulak kesilir. Bekleyen kardeşten bu gelişin nasıl olacağını merakla dinlerler. Bir memur, ne mutlu sana, ünlemini dile getirmekten kendisini alıkoyamaz. O gün adı Gregorios Mosho Bekleyen olarak kayda geçer. Bundan sonra bu, görüştüğü kişiler için sağlam ve etkin bir tanıklık basamağı olur.

1924’de Atatürk reform ardına reform yapmakta.. Cumhuriyetin kuruluşunda haftanın tatil günü Cuma. Başlar Mosho duaya: “Ya Rab, Cuma Pazar’a tebdil edilsin!” Aradan birkaç yıl geçer, Mosho’nun imanla yüklü yakarısı gerçekleşir. Pazar’ın resmi tatil günü olması yasalaşır. Niceler buna inanamaz, ama Mosho şaşmaz.

Mosho Bekleyen tam yirmi dokuz yıl Kitab-ı Mukaddes Şirketi’nin satıcılığını yaptıktan sonra yaşamını yazmaya, duaya ve aileleri ziyarete atamak amacıyla 1929’da Kitap Şirketi’nden istifa eder. Yeni Antlaşma’daki yaşlı Simeon örneği (Luka 2:25-35) yıllardır oruç tutarak dua eden, Kutsal Ruh’un İstanbul’da kendisine özgü en güzel ruhsal binayı kurmasını imanla bekleyen bu aziz adam, dualarının ürününü yeşermekte görür. Vahram Tatikyan da bu seçkin ürünlerden biri.. 1942’de Rabbi’nin yanına çağrılıncaya dek Mesih tanıklığını etkin biçimde sürdürür. Yazar, okur, oruç tutar, dua eder, diri Tanrı’ya tapınır, geride anıt benzeri bir yaşam ve tanıklık bırakır, Rabbi’nin yücelerde kendisini beklediğini bilerek sonsuza ayrılır.

7.  GENÇ İNANLININ YAŞAMINDA YENİ BOYUTLAR

Vahram Mesih’e kurtarıcısı olarak iman edip inanlılara katılınca, en başta Mosho Bekleyen olmak üzere kardeş ve kız kardeşler böyle bir genci sevinçle, Tanrı’ya şükranla kucaklar. Bir gün Mosho Bekleyen Vahram’la yeni iman etmiş başka bir gence, “Gelin, sizi çok güzel bir toplantıya götüreceğim” diyerek, yıllardır her Cuma Bebek’te yapılan bir dua toplantısına götürür. Herkes sevinçle onları kabul eder. Daha sonra, Vahram’ın küçük kız kardeşi Beatris Boğaz’daki o eve gelin gelecek, örnek bir aile oluşacak. Dendiği gibi, gerçek inanlılar çok az, hem de yıllarını doldurmuş, yaşamın akşamına dayanmış kişiler. Vahram Kutsal Kitap’tan bir ilkeyi benimser yaşamı ilişkisinde: “Genç insan yolunu neyle paklar? Senin Sözün uyarınca, onu tutarak” (Mezmur 119:9). Böylece verir kendini Kutsal Kitap’ı okumaya, öğrenmeye, aralıksız araştırmaya. Orada, kişinin başka yolla öğrenemeyeceği derin gerçeklerle karşılaşınca canı yenilenir, zengin bir gömüye rastlayanın gönencine kavuşur. Kutsal Kitap’ı öylesi içtenlikle okur ki, birkaç yıl içinde sanki bir tanrıbilimci olur. Okumaya başlamadan önce daima dua eder, Kutsal Ruh’un kendisini aydınlatmasını diler. Kutsal Kitap’ı her açtığında onu Kutsal Ruh’un yönetiminde okumayı temel kovalayışı kılar.

Hiç eğitim görmeyen, diller bilmeyen, klasik yapıtları araştırmaya olanağı bulunmayan bu genç, eğitimlileri eğitebilecek aşamaya gelir. Kutsal Ruh’un yaşamında nasıl işlediğine değinmekten hiç şaşmaz. Kutsal Söz onun içini dışını öylesi etkiler ki, tıpkı haberci Pavlos’un Korintos kentindeki deneyimi gibi bir durum belirir. O da Kutsal Söz’ü öğütlemenin dürtücü etkisi altındadır. İsa’nın kurtarıcı Mesih olduğuna ilişkin herkese tanıklık etmekte; kişileri O’na imana çağırmakta (bkz. Habercilerin İşleri 18:5).

1930 yılında Gedikpaşa Protestan kilisesinde bir yıldönümü kutlanmakta. Toplantı sürmekteyken Vahram ayağa kalkarak bir dua yükseltir: “Ya Rabbim, Seni boş ellerle mi karşılayacağım? Sana yakarıyorum, bana pek çok başak demeti ver!” Bu kısa, ama özlü dua o anda etkisini belirtir. Duanın hemen ardından Hovannes Cevheryan adında bir tuğla-kiremit imalatçısı ayağa kalkarak sesini yükseltir: “Ya Rabbim, Sana yakarıyorum, beni kabul et. O başaklardan biri ben olayım.” Dua ettiği gibi, Cevheryan o duanın ilk ürünü olur. Daha sonra ailesi tövbe eder. (Mesih’e iman edenlere ilişkin bu söz kullanılmaktaydı.) Bu ailenin gerçek Mesih bağlısı olmasından sonra, Vahram’la Hovannes arasında hiç kopmayan bir kardeşlik bağı oluşur.

Ama Vahram’ın yüreğinde derin bir dert yatmakta. İş ortağı Daniel kendini Mesih’e vermek istemiyor; tövbeden, yeniden doğuştan ırak yaşam yolunu seçmiş, güya gönül doygunluğuna ermiş! İmansızla inanlının ortaklık yapamayacağını Tanrı Sözü belirginlikle vurgulamıyor mu? (bkz. II.Korintoslular 6:14). Vahram bir yönü tutmuş, ortağı Daniel başka yönü! O bu sorun üzerinde sürekli dua ediyor, Rabbi’nin kesin buyruğunu öğrenmek istiyor. İman yaşamı atılımında bu kesin sorunla karşılaşıyor.

Ailesi hiçbir yolla işini bırakmaması için konuyu üstelemekte. Öyle bir gelişim oluşuyor ki, Tanrı isteğiyle aile isteği çelişkiye düşüyor. Hangisi üstün gelmeli? Tanrı buyruğunun tartışılmaz ve değiştirilmez olduğunu çok iyi bilen Vahram, atılacak adımın tek yönlü olması gerektiğini anlıyor: İşten çekilmeli, bu amaçsız ortaklığı noktalamalı. Zaten Rab onu özel hizmetine çağırmış bulunuyor.

Bir gün gelişimi Daniel’e açıklıyor, ortaklıklarının daha uzun süremeyeceğini bildiriyor. Onun tepesi uçuyor, üzüntü içinde kalıyor. Böyle başarılı, doğruluğa bağlı iş arkadaşını bir daha nerede bulabilir! Ortağı istemeye istemeye Vahram’ın ayrılma önerisini kabul ediyor. Artık özgürdür o. Her bakımdan özgür: Günahtan özgür, aynı kanışta olmayan ortaktan özgür, ticaret kaygılarından özgür. Bir ara tek başına evinde çalışıyor.

Bu sırada Kitab-ı Mukaddes Şirketi çetin bir deneyimden geçmekte. Mosho Bekleyen Şirket’ten ayrılmış. Nasıl olmuşsa satıcı niteliğinde seçilmiş biri var. Niyeti dürüst davranıştan çok ırak! Yürek dürtüsüyle değil, çıkarcılık düşüncesiyle rol yapmış, kendine bir iş sağlamış. Ama ne sözüne, ne de tutumuna güveniliyor. Şirket’in müdürü bay Lyman Mac Callum Türkiye’de büyümüş bir Kanadalı. Bir konu üzerinde görüşsün diye adamın evine uğrar. Yararsız satıcı odasını Kutsal Kitaplar’ı yakarak ısıtmakta. Bunları parasız olarak kişilere armağan ettiğini savunacak. Müdür uydurmacı satıcıyı oracıkta sepetler. Şirket’e gerçek Mesih bağlısı, görevine içtenlikle sarılan biri gerek.. Tanrı kendi işinin gereksinimini boş bırakmaz.

Vahram’ın iki yıl önce tövbe ettiği, ateşli yürekle Mesih’e tanıklık ettiği Bay Mac Callum’un kulağına erişir. İlk buluşmalarında müdür karşısındaki gencin saf altın bir inanlı olduğunu anlar. “Kitab-ı Mukaddes Şirketi’nin satıcısı olmak ister misin?” diye sorar. Vahram’ın tam aradığı iş. Ne güzel! Her yere gidecek, insanlara Tanrı Sözü’nü sunacak; hem de onu tanıtarak onlara konuşacak. Böylece yaşamında ilginç bir dönem açılır. Ne var ki, Vahram salt paraya karşılık kitap satacak biri değil. O bir öğütçü, bir mübeşşir (Sevinç Getirici Haber’i yayan, müjde ileten). Kitabı satmanın yanı sıra konuşuyor. Oysa Şirket’in temel ilgisi kitapların yayılması. Daha önce Mosho Bekleyen de bu tür güç bir yeğlemeyle karşılaşmış. Sadece satmalı mı? Alıcıya bu yaşam mesajının içeriğini, bildirisini anlatmamalı mı? Bir yandan kitap satıyor, bir yandan da toplantılara katılıyor. Satışlar bir yılda görülmemiş aşamaya varıyor; durumdan herkes hoşnut..

8.  EV TOPLANTILARI

Gedikpaşa’da Dr. Kirkor Tekyan’ın evinde hafta arası toplantıları oluyor. Çevredeki inanlılar bir araya geliyor, Kitap’ı okuyor, öğüt dinliyor, ilahi söylüyor, tanıklıklarda bulunuyor ve dua ediyor. Akşam yedi sularında başlayan bu toplantılar çoğu kez ona on bire dayanıyor. Bu paydaşlık birleşmelerine doyum olmuyor. Gelenler hiç son bulmayan yaşam kaynağından doyasıya içiyor, içtikçe susuyor; cana gerekli yaşam ekmeğinden yedikçe daha da çok acıkıyor. Bu arada, gerçek bildirisini duymayanlar toplantıya uğrayınca günahlarından ötürü Kutsal Ruh eleştirisine kapılıyor, tövbe ediyor, hüngür hüngür ağlayarak İsa Mesih’e iman ediyor, yeniden doğuş buluyor.

Gayrı Dr. Tekyan’ın evi katılanları alamaz oluyor. Hem de ırak yerlerden, Topkapı, Edirnekapı, Yedikule ve Beyoğlu’dan gelenler artıyor. Yapılacak iş, başka yerlerde ev toplantılarına başlamak. Öyle ya, birçok insan Mesih’e kurtarıcısı olarak bağlanmış, katılabilecekleri bir toplantı yeri aramakta. Kiliselerde salt sabah toplantıları bu gereksinimi karşılayamıyor. Zaten bu toplantılar sönük. Evlerde toplanmak ilk Mesih bağlılarının alışkısı olmamış mıydı? (bkz. Romalılar 16:5; Koloseliler 4:15; Filimon 2). Tanrı egemen isteği uyarınca bu işi ilerletmek için Vahram’ı ilkin Sungurlu’dan İstanbul’a yöneltmedi mi? Burada yeni yaşama iletmedi mi? Ardından terziliği bırakıp kitap satıcılığına başlamasını buyurmadı mı? Ona şaşılacak söz ve konuşma yeteneği sağlamadı mı?

İlk ev toplantılarından biri Aygül hemşirenin evinde buluşuyor. Aygül ve Vahram’la bir araya gelen iki hemşire, gençlerin Mesih’e bağlanması için içtenlikle dua ediyorlar. Buluştukları evde bir dua toplantısı oluşuyor. Her sabah altı ile yedi arası Aygül hemşirenin evi olmuş bir dua evi. Toplantı yavaş yavaş gelişiyor. Tanrı o içtenlikli duaları yanıtlıyor, birçok genç Rab İsa Mesih’e iman ediyor: Hagop, Aris, Nazar, Magaros bunların arasında. O ana dek gerçekten iman etmiş gençler çok az. Ama her sabah sürdürülen dualar sonucunda gençler ilgilenmeye başlıyor birçoğu kurtuluyor; ilginci, kendileri de o içtenlikli dua paydaşlıklarına katılıyor, başka gençlerin kurtuluşuyla ilgilenmeye başlıyor.

Dr. Tekyan’ın evinde başlayan toplantı tüm kente, her semte yayılmış: Topkapı, Edirnekapı, Yedikule, Balat, Hasköy, Beyoğlu ve Üsküdar. Boğaziçi’nin o işlek köprüleri daha akıllarda bile değilken, vapurların arada bir sefer yaptığı o dönemde karşı kıyıya geçmek giderayak bir iş değil! Vahram bir semtten öbür semte yetişiyor. Ayaklarındaki pabuçlar kısa zamanda eriyor. Üstünde, mevsimine göre çekici, temiz bir giysi, başında şapka, bir elinde ağır bir çanta öbüründeyse keman, daima gülen bir yüzle bir yeri bırakıp öbürüne koşuyor. Bu arada sadece Hristiyan adını taşıyanlar İsa Mesih’in gerçek kişiliğini anlıyor, tövbe ediyor, yaşamının kurtarıcısı olarak O’na iman ediyor. Yalnız kısıtlı bir azınlığın anlayabileceği, Kutsal Ruh’ça alevlenen ruhsal bir yangın tüm İstanbul’u kapsamış. Erkekler, kadınlar, gençler, yaşlılar, hatta çocuklar ev toplantılarına katılıyor, Mesih’e bağlanıyor, Mesih de günahlı canları kutsallık doğrultusunda değiştiriyor. Artık salt gece toplantıları yeterli değil. Vahram’ın yönetiminde çeşitli evlerde gündüzün kadın toplantıları başlıyor. Kadınlar evlere sığmıyor. Bir toplantıdan başka biri doğuyor, sayısız cana sevinç, esenlik geliyor.

Bu arada Aleksan Efendi Batmazyan Gedikpaşa kilisesinde Pazar günleri öğleden sonra özel Kutsal Kitap dersleri yönetiyor. Eski Antlaşma’nın içtenlikle okunan peygamberlerini anımsatan, herkesi seven bir baba durumunda konuşan bu saygıdeğer inanlı, Konya Aksaray’ında gençliğinde ruhsal uyanışa gelmiş, tüm bağlılıkla Mesih inanlısı olmuş, öğretme yeteneğini etkin biçimde kullanabilen biri.. Yıllardır İstanbul’da bir ruhsal uyanış için dua etmekte. Bu gerçekleşince, Kutsal Kitap’a dayanan derslere başlamış. Derslerin özü özeti, Mesih’in kurtarıcılığı, imanla doğruluk, kutsal yaşam yöntemi, O’nun yeniden gelişi: Sevgili kardeşlerim, şu anda Tanrı çocuklarıyız. İleride ne olacağımız daha belirgin değil. Ama Mesih belirgin olduğunda, O’na benzer olacağımızı biliyoruz. Çünkü O’nu olduğu gibi göreceğiz. Bu umudu taşıyan herkes, Mesih’in suçsuz olduğu gibi kendini suçtan arıtır” (I.Yuhanna 3:2,3). Vahram’ın yönettiği ev toplantılarında canın aydınlanışına kavuşanlar Kutsal Kitap derslerini izleyerek daha da derin bilgi ediniyor, Aleksan efendinin doyurucu eskatologya (son olaylarla ilgili) bilgisinden yararlanıyorlar. Kutsal Ruh her göreve gerekli insanı atamış, o da Tanrı bildirisini yayıyor.

9.  ASKERLİK DÖNEMİ SONRASI VE ŞİFA

1933 yılında Vahram askere çağrıldı. O dönemde bedelli askerlik geçerliydi. Günün değerine göre 250.84 TL. ödeyerek İstanbul’da altı ay askerlik görevi yaptı. Askerliğe başlayınca önemli bir çelişkiyle karşılaştı. O günlerde resmi tatil günü Cuma. Vahram’la kardeşlere tapınma günü olan Pazar ise bir iş günü. Ama Mesih’i bulduktan sonra o Rab’bin Günü’nü (Pazar) kesinlikle Rab’be atamış. Oysa şimdi herkes gibi o da çalışmalı. İçtenlikle dua ettikten sonra bölük komutanına yaklaşır. Pazar günleri serbest bırakılabilirse. Cuma günü verilecek herhangi bir işi yapmaya hazır olduğunu bildirir. Komutan insancıl bir adam. Sorunu anlayışla karşılayarak değerlendirir. Onu çamaşırhaneye atar. Orada Pazar günleri iş yok. Askerlik görevi böylece sona erer. Kısa bir süre sonra Atatürk, Pazar’ı resmi tatil günü ilan eder. En başta Mosho birader olarak inanlılar böyle bir gelişimi bekleyerek zaten dua etmekteydi.

Vahram tezkere aldıktan sonra Kitab-ı Mukaddes Şirketi’ndeki ödevine döndü. Bu, Aralık 1937’ye dek sürecek. Süreğen hastalığı daha yoğun rahatsızlığa yol açmakta. Küçüklüğünden bu yana yanaklarından kan damlayan biri olmamış hiç. Kardeşlere, kız kardeşlere ellerini üstüne koyarak dua etsinler diye dilekte bulunur. İnanlıları önemli konularda duaya yüreklendirmek için kullanılan bir yöntemdir bu. Vahram bazen yatağa düşer, üç dört gün kalkamaz. O da haberci Pavlos gibi, “…bedenimde diken gibi batan bir dert verildi bana”der,“Şeytanın beni yumruklamaya atadığı bir ulak. Olmaya ki, gereksiz büyüklenmeye kapılayım” (II.Korintoslular 12:7).

Kitab-ı Mukaddes Şirketi müdürü Lyman Mac Callum Vahram’ın yakın arkadaşlarından Hovannes Cevheryan’a, “Vahram sık sık hastalanmasına karşın, Şirket’e ne doktor, ne ilaç, ne hastane raporu getiriyor” diyerek derin merağını açıklar. “Bu adam niçin doktora gitmiyor?” Hovannes bunu ona ilerince o, “Rabbim’i düş kırıklığına mı uğratayım?” der. “Bir kez O’na güvendim; bu güvencimden hiç şaşmamalıyım.” Müdür bu yanıttan çok etkilenir, Vahram’ın doğruluktan hiç ayrılmayan biri olduğunu her kezinde, herkese anlatır.

Vahram azıcık güç bulunca yatağını bırakıyor, dikkatle ütülenmiş, tertemiz bir gömlek giyiyor, kravat takıyor –özellikle papyon kravat – mevsimine göre pak giysisini kuşanıyor, yine mevsime yaraşan şapkayı başına geçiriyor, ürün getirecek hizmetine koşuyor. Her kezinde Rabbi’ne taze başaklar sunuyor. Kolunun altındaki demetler hiç eksik değil. Pazar yerleri, dükkânlar, hastaneler, avukat yazıhaneleri, Anadolu’dan yeni gelenler, kısacası çalınmamış kapı bırakmıyor. Her uğradığı yerde Tanrı’nın sevgisini, Mesih’in kayrasal kurtarışını bildirerek canları Rab’be yöneltiyor. İstanbul’da yaşam yeniliğini ve sonsuzluğu kapsayan bu tür gelişimlere göklerde melekler hiç kuşkusuz sevinç duymakta..

O hastalık sorununu Rabbi’ne bırakmış, sağlığın O’ndan geleceğine kesinlikle inanıyor. ‘Şifa bil-iman’ (imanla sağlık) öğretisi yıllar öncesi Anadolu’da pek çok kişiyi Mesih doğrultusunda etkileyen Haralambos Bostancıoğlu’dan gelmekte. Sayısız insan mucize Rabbi’ne imanla sağlığa kavuşmuş ve kavuşmakta: Vahram’ın şifası bu gelişimin bir baklası. Çocukluğunda, nedeni bilinmeyen felce tutulmuş; daha sonraki yıllardaysa onlara dayanılamayan mide sancıları onu uğraştırmakta. Sancı bastırınca olduğu yerde kıvranıyor, tek söz söyleyemez duruma geliyor. Yaklaşık yirmi yıldır bu tür amansız ağrılarla boğuşmakta. Başlangıçta doktorları ziyaret ediyor. Bir gün bir uzmana başvuruyor. Bu sayılı hekim, “Fen bakımından her köşeyi araştırdık, bir şey bulamadık; senin iyiliğin Allah’a kalmış!” diyor. Bundan sonra artık doktorlara uğramıyor. Bir kezinde şöyle dua ediyor: “Ya Rab İsa Mesih, beni cehennemden kurtardın; şimdi de bu hastalıktan sağlığa kavuştur!” Bundan sonra Mesih’in sağaltma mucizeleri üzerinde sürekli duruyor, araştırıyor ve konuşuyor.. Bostancıoğlu’nun ‘Şifa bil-iman’ kitabını sık sık kullanıyor. En sonunda Rab beklenen şifayı veriyor: Mesih bir gece, hiç söz söylemeden onun eline dokunuyor. Sabah yataktan kalkınca artık iyi olmuş. Bedenine taptaze güç geldiğini anlıyor. İlahisi söylenecek yeni bir özgürlük..

Ruhsal tanıklığına taptaze bir sayfa ekleniyor: Rab’bin şifa sağlaması.. 1934 yılında gelen şifa dudaklarında hamt ezgileri oluşturuyor. Mesih’in kendisini kurtardığına ek olarak, sağlık verdiğine de her zaman tanıklık ediyor: “Hastalıklarımızı O taşıdı, rahatsızlıklarımızı O yüklendi” (Matta 8:17).

10.  RUHSAL UYANIŞ SIRASINDA KURTULUŞ BULANLAR

Vahram’ın eline intibahla (ruhsal uyanma) ilgili bir kitap geçer. Okudukça içinde ateş yanar; söndürülemeyen bir yangın gibi tüm varlığını sarar. Kitabı okumaktayken Tanrı ona şu sözle konuşur: “Dile benden, ulusları miras olarak vereceğim. Varlığın niteliğinde yeryüzünün uçlarını da vereceğim” (Mezmur 2:8).Rab’bin ona şifa sağlamasından bir süre sonra, Kutsal Ruh yitik canların kurtuluşu için duayı yoğunlaştırmasını buyurur. Ve o, konu edilen vaat uyarınca bu doğrultuda duaya koyulmayı üstlenir: “Ya Rab, Mezmur’da dediğin gibi bana canlar kazandır.” Aradan on bir ay geçer, hiç de tatlı gelmeyen bir ses: “Yeter artık, duayı sürdürme!” Bu sesi yadırgar. Kaynağının Tanrı’dan başka bir yerden olduğuna kuşkusu yok. Az sonra başka bir ses duyar: “Umutsuzluğa kapılma, duanı sürdür!” O iki sesin başkalığını anlayarak imanla Mesih’e şükreder.

Bir gün evinde oturmakta. Uzun süredir kendisine ruhsal tanıklıkta bulunmuşken herhangi sonuca gelemeyen bir kadın çalar kapıyı. Açtığında, “Kurtulmak için ne yapmalıyım?” diye bir soru duyar. “Şimdi hazırım; bana tanrısal kurtuluş düzenini açıklar mısın?” Kutsal Ruh onun yüreğini öylesi hazırlamış ki, hemen Tanrı’dan dilekte bulunur, kurtarıcısı olarak Mesih’e iman eder. İstanbul’u sessiz biçimde saran ruhsal uyanışın yepyeni bir aşaması.. Ruhsal uyanış Okyanus’un dalgaları gibi gürlemekte.

Başka bir sabah bir adam kapıyı çalar: “Karım tüm gece rahatsızdı. Sürekli ağladı. ‘Çok büyük bir günahlıyım, tövbe etmeliyim; git Vahram’ı çağır!’ diyerek beni gönderdi, ‘Böyle erken bir saatte adamı nasıl rahatsız edebiliriz? Akşamı bekleyelim, işten dönerken yanına uğrayarak alır getiririm’ dediğimde kabul etmedi. ‘Hayır, hayır, o şimdi gelmeli’ diyor, ‘Akşama dek bekleyecek halim yok!’ “ Vahram hemen kuşanıp adamla birlikte eve gider. Kadın hıçkırarak ağlamakta: “Şu anda tövbe etmeliyim.” Vahram, “Mesih kurtarıcıdır” diye yanıtlar, “O’na iman etmek istiyorsan gel dua edelim.” Orada diz çöküp dua ederler. Kadın öylesi imanla dua ediyor ki, sanki melekler gökten eğilmiş onu dinliyor. O sabah tövbe eden bu bayan, İstanbul’da ruhsal uyanışın canlı ürünleri arasına katılır.

Vahram sevinç içindedir; evine dönmek istemiyor. Yaşlı bir hemşireyi ziyarete gidiyor, birlikte dua ediyorlar. Kadının oğlu içeri giriyor. Az sonra kız arkadaşıyla buluşmaya gidecekmiş. Vahram gence Kutsal Kitap’tan bir parçayı okur, Kutsal Ruh onun yüreğini etkiler. Genç öylesi eleştirilir ki, hemen oracıkta diz çöküp Mesih’ten kendisini kurtarmasını diler. O gün kız arkadaşıyla buluşmaya gitmez. Sanki Vahram’a yapışmış. O nereye giderse onu izler.

Kız ertesi gün gencin dükkânına uğrayıp, sözünü niçin tutmadığını sorarak, onu kınamaya başlar. Adam kızın yaklaştığını görünce, “Lütfen dükkânıma gelme” der. O, “Sana ne oldu, niçin böyle davranıyorsun?” diye sorunca öbürü, “Artık günahlı yaşamımı bıraktım” yanıtını verir, “Eğer sen de benim gibi Mesih’e bağlanmak istersen eşim olabilirsin; ters durumda bu ilişkiyi durdurmalıyız.”

Günahlıların kurtuluşu doğal gelişim. Evlerde, dükkânlarda, ilahi söylenirken. Kutsal Kitap’tan bir parça okunurken, biri ruhsal tanıklığını sunarken insanlar hemen etkileniyor, günahlı yürekler katılığını yitiriyor, eriyor, Mesih’e sığınarak yeniden doğuyor. En azından bir günahlının tövbe etmediği gün geçmiyor. Bazı günlerde Mesih’e gelenlerin sayısı kabarık. Herkes umutlu bekleyişte (bkz. Luka 3:15). Her akşam çeşitli yerlerde toplantılar yapılıyor. Bunlar ruhsal paydaşlıkla, ilahilerle, yeni kurtulmuşların tanıklıklarıyla, başkalarının da kurtulması, uyuyan inanlıların uyanması için yükselen dualarla ilgili. Toplantılardaki konuşmalar tanrısal yetkiyle kulaklara düşüyor, kalplerde somut sonuç oluşturuyor. Vahram her konuşmasında İsa Mesih’in ikinci kez gelişine de değinmekte.

Yaşamının birçok yılını Türkiye’de geçiren James K. Lyman adlı bir vaiz de, ruhsal uyanış gelsin diye yıllardır dua etmekte.. Kutsal Ruh’un atadığı dönemde İstanbul’u böyle bir uyanış ziyaret edince, bu insan Tanrı’ca hazırlanan yöneticiler arasında. Vahram’la ve öbür gençlerle birlikte her yere gider, ev toplantılarına katılır, iyi öğrendiği Türkçesiyle somut katkıda bulunur, inanlıları destekler, yeni iman etmişleri yüreklendirir. Ev toplantıları giderek taşmakta, daha çok insanı çekmekte. Yıllardır Hristiyan diye bilinirken, O’nun kayrasından, kurtarışından bilgisi olmayan bir çok kişi Mesih’i yaşamının kurtarıcısı olarak değerlendirir. Toplantılarda esen hava kendine özgü. Öyle sırayla düzenlenmiş bir tören ya da ayin değil bunlar. Kişiler bir araya gelince, kimisi kanapelerde, kimisi köşedeki bir yatakta, kimisiyse bir sandalyede ya da yerde oturur. Biri ilahi söylemeye başlar, odadakiler ona katılır.

Kadın-erkek Tanrı önünde eşit bireyler, aynı kayranın paydaşları olarak hiçbir korku ya da çekingenlik duymaksızın, boğazlanan Kuzu’ya hamt ilahileri yükseltir, ilahiler dualara aralık verir. Yine dua ardına dua yükselir kadının erkeğin, gencin yaşlının ağzından. En içtenlikli dille açıklanan, başkalarına çok basit, belki da gereksiz sayılabilen ama sağlam imandan esinlenen dileklerle sunulur bu dualar: Kişisel sorunları, aile bunalımları, kilise konuları, ruhsal uyanışın daha da geniş çapta yayılması, yeniden doğanların Tanrı’ya sürekli bağlı kalması, kurtulmamışlar adlarıyla anılarak göksel kurtuluşun onlara da gelmesi, hastaların sağlık bulması, yoksulların gereksinimi, işsizlere iş ve başka konularda dua ardına dua.. Dualar her zaman Baba, Oğul, Kutsal Ruh’a tapınışla yükseltilir, dua edenler yaşamın en parlak ve doyurucu gönencinde çalkalanır. Bazı kez dualar uzayınca bir ilahi önerilir, böylece her isteyene fırsat verilir.

Bir de ruhsal tanıklıkların anlatılması.. İşte en heyecanlı deneyim! Biri kalkar, Mesih’e bağlılığına ilişkin şahadet (tanıklık) verir: Günahlılığını, yitik durumunu, sertleşen yüreğini, Tanrı’ya direnişini anlatır. Sonra Tanrı’nın Mesih aracılığıyla yüce kayrasının iç yaşama gelişini.. Bu toplantıların her birinde, özel olarak birinin konuşmasıyla, Kutsal Kitap’ın okunmasıyla, ya da başka bir yolla günahlı yürekler eleştirilir, yürekte iman canlanır, günahlara tövbe edilir, canı tek arıtabilen Mesih’e iman edilir. Şahadetler canın günahlılığını anlatarak açılır, kurtarıcı Mesih’in verdiği af ve sonsuz yaşam güvenliğiyle sonuçlanır. Tanrı’ya içten hamtlar sunulur, sevgi öyküleri yinelenir.

Ardından Vahram birader ya da başka bir öğütçü Kutsal Kitap’a dayanan bir vaaz verir. Yaklaşık kırk beş dakika süren bu vaaz Tanrı’nın sevgisini, İsa Mesih’in günahlıyı kurtarmaya her an hazır olduğunu, Kutsal Ruh’un eleştirme gücünü açık dille, çeşitli simgelerle belirtir. Günahlılar tövbeye, Mesih’e imana çağrılır. Toplantı yerinin tatlı havası yürekleri canlandırır. Kutsal Kitap’ta vurgulanan tanrısal eylem gerçekleşir: Çünkü Tanrı’nın Sözü diridir, etkindir. İki ağızlı her kılıçtan daha keskindir. Can ile ruhun ayrıldığı yere dek –eklemlere iliklere varıncaya dek– delip böler, yüreğin düşüncelerini tasarılarını eleştirir. Tanrı’nın önünde hiçbir yaratık gizlenemez. Kendisine hesap vermekle sorumlu olduğumuz kişinin gözünde her şey tüm çıplaklığıyla belirgindir” (İbraniler 4:12,13). Odadaki günahlılar Rab’be seslenerek tövbe eder, İsa Mesih’in kayrasını diler, İki üç saat geçtikten sonra toplantı hamt ve şükran ilahileri, sevinç dualarıyla son bulur. Kişiler yenilenmiş, yüreklendirilmiş durumda günlük yaşam sorunlarını karşılamaya, Mesih’e iman ilişkisinde tanıklıkta bulunmaya gider.

Vahram Sungurlu’dayken bir dayısından keman çalmayı öğrendiği konu edilmişti. Bu eğitim sanki böyle bir zaman için hazırlanmış. Toplantılara kemanıyla katılır, söylenen ilahilerin uyumlu ve canlı olmasına önemli katkıda bulunur. Bazıları onun için ‘Keman çalan vaiz’ der. Bu arada Artaki birader de armonika çalarak ilahilere katkıda bulunur. Kimler katılmaz bu toplantılara? Tüccarlıkla uğraşan Davit Giray, Rusya’yı bırakıp uzun ve çetin yolculuktan sonra Mesih’e iman eden kendisini İstanbul’da bulan, birçok dil konuşan inanlı bir Yahudi. İlginç şivesi, diri tanıklığıyla bu gelişimi birçok yıldır beklemekte olduğunu belirtir, inanlıları yaşam kutsallığına yüreklendirir. Almanya’da tahsildeyken İsa Mesih’i bulan Müslüman asıllı bir genç, Ömer Songar. Bazı tutumları alışkılara ters düşmekte, ama ruhsal içtenliği başkalara da geçici. Toplantının tam orta yerinde ayağa kalkarak, “Kardeşler, kız kardeşler, üstüme dua ruhu geldi” sözleriyle Tanrı’ya dua etmeye koyulur.

Evet, hiçbir töre ya da alışkıya göre yönetilmeyen toplantılarda bazı hoş gelişimlere de rastlanır. Tanrı’nın Ruhu insanın ruhu gibi değil! Toplantılar, vaazlar, ziyaretler hiç aralıksız ilerlemekte. Bir gün vaiz Garabet Derhovannesyan’ın evinde toplantı oluyor. Çok üzüntülü olduğu yüzünden okunan zavallı bir kadın içeri giriyor. Vahram vaaz ediyor, arada bir kemanını çalarak herkese ilahi söyletiyor. Kadının neye gereksinimi olduğunu Vahram anlıyor, Mesih’i kabul etsin diye onu isteklendiriyor: Kabul ettiğim zaman seni işittim, kurtuluş gününde sana yardım ettim. İşte kabul edilen zaman şimdidir; işte kurtuluş günü bu gündür” (II.Korintoslular 6:2). Katıldığı o ilk toplantıda Silvart tövbe ederek İsa Mesih’e iman ediyor. Ama tümden imansız bir kocaya bağlı. Dişçi olan eşi, karısının attığı adımı duyduğunda, “Sen de o Ruhçular’a mı katıldın?” diyerek onu tiye alıyor. Kadın Vahram’a gelip dert yanıyor. Böyle bir sorun nasıl karşılanmalı? Vahram ona şu sözü anımsatıyor: Çünkü siz öldünüz ve yaşamınız Mesih’le bir arada Tanrı bağlılığında saklanmaktadır. Yaşamınız olan Mesih belirince, sizler de O’nunla birlikte yücelikte belireceksiniz“ (Koloseliler 3:3,4). O, inanlıların çeşitli sorunlarını daima Kutsal Söz’e başvurarak, orada esinlenen gerçeği etkin biçimde karşısındaki duruma uygulayarak yanıtlamayı Kutsal Ruh’un eğitimi niteliğinde görürdü.




  1. Direniş ve Sevinç
  2. Kampta, Profesörler Karşısında
  3. Yollarda, Tramvaylarda
  4. Sağlığa kavuşanlar
  5. Yeni Bir Sayfa Açılıyor
  6. Yine Papazın Başı Dertte
  7. Yeni Baştan Canların Ardından
  8. Yanlış Yorumlanan Koşmaca
  9. İmanla Doğruluğa Kavuşma Gönenci
  10. Erkle Değil, Güçle Değil
  11. Yeniden Doğman Gerekir
  12. Vaaz Etme Biçimi
  13. Yaşamını Tanrı’ya Ayırmanın Gönencinde
  14. Anadolu Gezileri
  15. Lyman Mac Callum’un Kaleminden ” Toros Ekspresinde Bir Melek
  1. Samsun’a Uzanan Yolculuk
  2. Akdeniz Seferi, Ortadoğu Ziyaretleri
  3. Beyrut’a Demir Attılar
  4. Şam’da
  5. Halep’te Radyo Dalgası Gibi Yayılan Söz
  6. Amman’da Ruhsal Uyanış
  7. Jübile Yılında Sanıyorum Kendimi
  8. Ruhsat Uyanışın Boyutları
  9. Yüreklerinizi Katılaştırmayın
  10. Ürdün’deki Ruhsal Uyanışla İlgili Canlı Anılar
  11. Ve Kutsal Kent Yeruşalim’de
  12. İstanbul’a Dönüş
  13. Ürdün’ü Son Ziyaret
  14. Başka Kara Parçalarına

    Dördüncü Bölümdekilere ulaşmak için Tıklayınız
  15. Okyanus Yolculuğu, Güney Amerika
  16. İşlenmiş Toprak, Sulanmış Tarla
  17. Gemideki Toplantı
  18. Jozef Balyan ve Başka Gençler
  19. Kordoba, Kutsal Ruh’un Canlandırdığı Topluluk
  20. Kentten Kente, Ülkeden Ülkeye
  21. Batı Kıyılarında
  22. Yaşam Tacını Almaya Gidiyor
    Şam Pınarlarının Birinde Bir Delik Tas
    Tanrı’yla Karşılaşmam

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir